Sendeki sen sana soru sorunca,
Orta Çağı Galilei’yi bilince,
Okuduğun İnce Memed olunca,
Yaşlı gözlerle bana gelip sakın üzülme yavrum,
Böyle büyür insanlar, ağlamak çare değil.
Zaman değirmenini durdurmak kolay değil.”
Yirmilerin başı, yarış atı gibi koşulan, onların sonunda köşeye sinmiş terli bir Arap atı gibi dinlenilen bir zamandı. Hayata atılmanın eşiğinde durup şöyle bir bakınca, kendini uçurumun kenarında hissetmemek mümkün değildi. Çocukluğun hoyrat cehaletiyle bindiğimiz gelecek trenlerinin hiçbir yere varmadığını anladığım an, şimdiki usla kurulan hayallerin imkansızlıkları kalbi sıkar. Oysa ben potansiyelimin yanından bile geçememiştim. Bindiğim bu tren beni nereye götürüyordu? Çocukluğumda dışlandığım oyunlar aklıma gelir; toyluğumda ezilişimi hatırlatırdı bana yirmiler.
Okyanusun ortasında bulurdum kendimi. Bu hayatta her insan gibi bir yer edinmek, toplumun bir parçası olmak tabii ihtiyacımdı. Attığım her kulaçta başarısızlık korkusunun verdiği burukluk kaplardı içimi. Bu hayatta kim olacaktım, sıfatım ne olacaktı, bilmezdim. Bilinmezlik kadar insanı kahreden bir şey daha yoktur. Bildiğim şey ise, bazen aradığını bulmak için aradığına değil, onu aramaya ihtiyacın olduğudur.
Yağmurlar yerini gökkuşağına bırakır, güneş batınca sahneye gümüşi ay adım atar, her kışın sonu bir bahara çıkar, döndüremediğin her devran bir gün gelir döner. Böylelikle her şey geçer. Bilinmezlik ve sabitliğin yeri böylelikle hayatın akışına kapılır.
Kabullenemediğim gerçek ise, potansiyelini yakalamak için hiçbir zaman geç değildir. Henüz kendimin tamamı ile tanışmadım. Henüz hayat denen merdivenin daha çok başındayım…
Bu yazı ise günlüğümden bir alıntı olup, gençliğin sisinde kaybolmuşların olsun.
Yayımlayan