Hayat Bir Çelişkiler Yumağı | Bölüm 1

Oldukça soğuk bir gece. Rüzgârın uğultusu pencerelerden içeri davetsiz bir misafir gibi girmekte. İstesen de kovamayacağın, ilgisiz kalamayacağın bir Tanrı misafiri. Ağaçların yapraksız dalları, karanlıkta çıplak insan kolları gibi koparcasına sallanıyor. Sanki onlar da üşüyorlar, yalnız kalmak onları da ürkütüyor sanki ama gururlu ve kararlı bir şekilde, dimdik ayakta duruyorlar.

On dört on beş yaşlarındayken ağaç olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ederdin. Asırlar boyunca aynı yerden bakmak hayata ve her yıl yenilenerek bir kez daha başlamak yaşamaya. Görmüyormuş, duymuyormuş gibi durmak ama aslında her şeyin en canlı şahidi olmak. Sessiz ve de sakin gözlerle hayatı izlemek. Karışmadan, karıştırmadan katılmak. Hem içinde hem de dışında yer almak. Sakin, dingin, olgun, teslim olmuş bir bilge. Her şeyi görmüş ve yaşamış olanların hiçbir şeyi önemsemeden huzurlu akışı belki de. “Sen yaşamaktan, kendi gerçeklerinden kaçıyorsun.” demişti Fatoş. Haklıydı. “Onu da nereden çıkardın şimdi?” Yüzüne bakmadan cevap vermiştin. Gerçekliğine inanmadığın cümleler kurduğunda dilin, yüzüne bakmazdın karşındakilerin. Hâlâ da öylesin ama şimdi gerçek olmayan cümleleri daha az kuruyor gibisin.  “Ben çıkarmadım, sen kendin söyledin. Ağaç olmak nasıl bir duygu, merak ediyorum, dedin. Ağaç olmayı niye merak eder insan?” Her zaman yerinde ve doğru tespitler yapardı Fatoş. Tıpkı senin gibi. Hem güzel hem de akıllıydı. Tıpkı senin gibi. Hayata, sınıftaki kızlardan çok farklı gözlerle bakardı.Tıpkı senin gibi. Görüşleriniz uyuşmadığı zamanlarda bile birbirinizi en iyi yine siz anlardınız. cevap vermeden masmavi gözlerine bakmış, omuzlarını silkmiştin. “Farklı olmak için söylemeyeceğine göre.” “Sadece merak ettim.” O da omuzlarını silkmişti.

Gökyüzü, hava karardığından beri kıpkırmızı. Bunlar, birazdan başlayacak olan karın habercisi sence. Aynı, İstanbul’da, kar yağışını müjdelemek için damlarda tüneyip bekleyen sığırcıklar gibi. Hiç hayal kırıklığına uğratmazlardı seni. Hatırlıyor musun, anneannen hava durumunu hiç kaçırmazdı. Kaçırmazdı ama söylenmeden de duramazdı. “Yarın hava rüzgarlı olacakmış. Akşama doğru yağmur yağacakmış. Allah’ın işine karışıyorlar. Tövbe tövbe. Ne bilecek onlar, ancak yüce Allah bilir.” Doğru olmadığını bildiğin bu sözleri, itiraz etmeden gülümseyerek dinlerdin. Değiştiremeyeceğin gerçeklerle uğraşmayı, sen hiç sevmedin. Allah’ın düzeni fizik kurallarını redetmeyi değil kabul etmeyi gerektirirdi ama senin mini mini anneanneciğin açıklayamadığı gerçeklere inanmayı tercih ederdi. Varsın inansın, derdin. Sığırcıklar çözebilirdi gökyüzünün şifresini, hatta romatizmalı bacakları da ama meteoroloji asla!

Seversin sen böyle geceleri. Böyle geceleri ve çıtır çıtır yanan sobanın sana hissettirdiklerini. Dışarının ıssızlığına, yalnızlığına karşın, evin güven veren sessizliğini. Üzerinde kalın bir kazak, altında rahat bir eşofman. Sobanın hemen yanında oturuyorsun. Kış gecelerinin en ucuz ve tatlı keyfi. Yanında hırkan ve battaniyen. Buraların soğuğuyla baş etmek kolay değil. Küçükken annen lahana gibi giydirirdi seni, aynı bugün senin kendine yaptığın gibi. Okul önlüğünün altına bile pantolon giymeni isterdi. Fotoğraf çekimi olacağı gün de yine kahverengi bir pantolon vardı incecik bacaklarında. Sen ağzını açıp da, ”Anne, bugün fotoğraf çektireceğiz. Pantolon giymesem olmaz mı ?”diyememiştin. Saçlarını sıkı sıkı toplamasına da itiraz edememiştin. İtiraz etmeyi nedense aklının ucundan bile geçirmezdin. Senden istenilenleri mutlaka yerine getirir, yapmaman gerekenleri ise daha sana söylenmeden bilir ve kabullenirdin. O gün, annen evden nasıl gönderdiyse öyle katılmıştın toplu çekilen sınıf resmine. Sema gibi pantolonunu çıkarmayı aklının ucundan bile geçirmemiştin. Albümdeki resimden, mahzun gözlerle bakar bugün  bile Semra. Ben böyle görünmek istemiyordum ama anneme söyleyemedim der gibidir albümü karıştıranlara. 

Anneannenin Fatih’teki evinde de soba vardı sen küçükken. Anneannen, sabah annenle sen koyun koyuna uyurken olabildiğince sessiz yakardı sobayı. Siz ikiniz, sıcacık bir yuvaya açardınız gözlerinizi. İnsanın genzini yakarken bile açıklanamaz bir şekilde  huzur ve güven veren kömür kokusuna karışan kızarmış ekmek ve çay kokusu… Akşamları meyve kabuğu  veya kestane kokusu… Çocukluğunun seni sımsıkı sarmalayan unutulmaz aromaları. Sobanın üstünde meyve kabukları var bu akşam da. Kendileri kararırken kokuları bir tütsü gibi havaya karışıyor. Sıcak ve buğulu.

Her yer bembeyaz. Lekesiz, tertemiz. Bugün hiç kar yağmadı ama bugüne kadar yağanlar da erimedi. Mart sonuna kadar da kolay kolay erimez. İstanbul’da kar eğlencedir, beklenir; Bingöl’de kar işkencedir, bitmez. İstanbul’da özlenir kar, çocuklaştırır insanları; derdi, tasayı unutturur. Bingöl’de bıkarsın kar görmekten, körleşirsin. Çocukları erken büyütür burada kar. Derdin, tasanın ta kendisidir. Buradaki ikinci kışın. Hâlâ mutlandırıyor seni kar, yormuyor. Bu gece televizyon kapalı. Soğuk geliyor beyaz cam sana. Bu geceyi onunla paylaşmak istemiyorsun. Beyaz camdan yansıyan hayatla buradaki hayat ne kadar da farklı. Şatafatlı malikanelerinde yaşayan güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin gönül  meseleleri çözülmeye  çalışılıyor dizilerin birbirine benzeyen yalan dünyalarında. Doğu’daki hayatı yansıtan töre dizileri de var şimdilerde gerçi. Sen burada bire bir gerçeğini yaşıyorsun, İstanbul’dakilerse masal dinler gibi. Üzülüyorlar, kahroluyorlar, inanamıyorlar, lanet ediyorlar ama dizi bitince sorunların da çözümlendiğini sanıyorlar. Balık hafızalılar hoşlarına gitmeyen konularda, unutuveriyorlar.

Vefa’nın bozası geliyor aklına nedense. Okul çıkışı küçük, masum kaçamaklar… Tarçın, beyaz leblebi, arkadaşlar, bol kahkaha. Uzaktan bakışmalar, anlamlı gülüşmeler, kalp çarpıntısı. Sıcak bir çay içmek istiyorsun. Gece uzun, çay iyi gider. Çaydanlığı suyla doldurup ateşe koyuyorsun. Demliğe bir kaşık kaçak çay. Oğluna iğne yaptığın Cemil’in hediyesi. Karınca kararınca. Az veren candan hesabı. Zaten burada her şey az, her şey candan. Mutfak ne kadar soğuk. Aldırmasan da üşüyorsun. Sonra o geliyor aklına. Gülümsüyorsun. İstanbul’da bıraktığın anlayışlı sevgili. Kolundaki saat onun hediyesi. Akreple yelkovan  dokuzda buluşmuş. Seni düşünen biri var der, bilindik bir aşk efsanesi. İnanmak istiyorsun. “Hiç olur mu öyle şey canımın içi? Akreple yelkovan nereden bilsin benim seni düşündüğümü? Bilebilselerdi hiç ayrılamazlardı zaten, öylece kalırlardı.”  “Telepati sevgilim, aynı anda aynı şeyi düşünmek. Seni arayacakken telefonumun çalması gibi.” Yüzünde hafif bir tebessüm. İncitmeden reddeden sıcak bir bakış. ”Onun adı tesadüf canım benim ya da karşındakini çok iyi tanıma. Vardır bir açıklaması ya.” İnanmaz o böyle şeylere. Akla yatan, mantıklı açıklaması olan, gerçekçi yaklaşımlar tatmin eder onu.

Yayımlayan