Bir gezintiden dönerken, opera ve bale binasının önünde birçok heykel gördüm. Ayrıca pul müzesini de gezdim. Pulların üzerinde önemli şahsiyetler, sonsuza dek sergilenecekleri o vitrinlerde köşelerini kapmışlar; cüsseli bakışlarıyla beni eziyorlardı. Sanki artık kimsenin heykeli dikilmeyecekmiş gibi; kimse o pullarda resmedilmeyecekmiş gibi geldi. Daha doğrusu, artık dünyada başarılacak bir şey kalmamış gibi… Sadece tüketmemiz; o efsaneleri anmamız ve ölmemiz gerekiyormuşçasına değersiz hissettim kendimi. Bu dünyadaki yerim neresi? Gaddar vezirlerin ve şahların gölgelerinde solmaya bırakılmış bir piyonum belki de. Fakat neden bir piyon gibi hissetmiyorum?
Geniş kaldırımlı yolda büyük ağaçlar var. Güneş yoruldu, sahneyi kara bulutlar aldı. Yağmur başladı. Bu heybetli, yaşlı ağaçların altı kuru. Koca dallar ve yapraklar iri su damlalarını tutuyorlar. Gücüm olsa da sallasam, diye düşündüm. Belki o zaman, yağan yağmurdan daha şiddetli dökecekler yaşlarını. Güçlü durmaya çalışan zavallı insancıklar gibiydiler… Biri ya da bir şey şöyle tutup sallayıverse, içlerinde tuttukları tüm acıyı dökeceklerdi belki de. Sonra aklıma Palyaço şiiri geldi: “Kaç kere ezildim altında yaz yağmurlarının, kaç kilo çeker bir yalnızlık?”
Gençliğin alevinde işleyen baki özgüven… İşte mesele buydu. Ben büyüyeceğim; o ise sönüp gidecek. Bugünü yarın etmenin, kışı yaz etmenin derdine düşeceğim. Bir karınca gibi sırtıma azığımı alıp bir türkü tutturacağım. O buruk özgüveni unutacağım. Sistemin bir noktası olarak kondurulacağım, yaşam denilen kara sayfaya. “Halbuki satırlar döşemek vardı…” diye düşünmeyeceğim. Büyüyeceğim ve unutacağım.
Sahi, kaç kilo çeker bir yalnızlık?
Yayımlayan